Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kavramının oluşması dört asırlık bir zaman diliminde gerçekleşmiştir.
Hicrî birinci yüzyılın sonunda ortaya çıkmaya başlayan ve dördüncü yüzyılda teşekkülünü tamamlayan Ehl-i sünnet v’el Cemaat, Kur’an-ı Kerim ve Peygamber efendimiz’in (Aleyhisselam)sünnetine uyulması gerektiğini kabul edip aklı nakle(vahye) tâbi kılmakla, diğer gruplar İle karşılaştırıldığında en isabetli yolu tercih eden ana mezheptir. Çünkü dinde esas ve sabit olan, değişmeyen,doğrululuğunda şek ve şüphe olmayan vahye(Kur’an’a) ve sünnet-i seniyyeye tabi olmak ve mutlak surette uymaktır. Mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı olmayan aklın,nakle hâkim olması veya naklin akla tâbi kılınması halinde vahye ihtiyaç kalmaz ve ilâhî emirler bir anlam taşımaz. Zira dinin sabiteleri, Müslüman toplumu bir arada tutan, karmaşayı önleyen,dengeyi sağlayan,dünya ve ahiret saadetini sağlayan temel ilkelerdir.
Bu sabitelerin ortadan kaldırılması, dinin tüm emir ve yasaklarını, kendi dünya görüşünün etkinliğini yitirmesi anlamına gelecektir. Ortada din kalmayınca da ictihada, gerek kalacak dinî bir alan da kalmayacaktır. Bu nedenle İslamın sabitelerinin korunması esastır. İşte Ehl-i sünnet v’el Cemaat hemen hemen her konuda mutedil ölçülü ve dengeli bir çizgide yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmayı başarmıştır.
Dini bir terim olarak ve Ehl-i sünnet ölçülerinde kullanıldığında ise cemaat kavramı; özel olarak Hz.Muhammed’in(Aleyhisselam)ashâbını ifade eden bir kelime, kurtuluşa eren fırkaya ve gruba mensup ilim ve hidayet ehli, doğru yolda olan hak üzere bulunan topluluk, Peygamber efendimizin(Sallallahu aleyhi ve Sellem)sünneti etrafında toplanan büyük topluluk, bir mescitte namaz kılan kimseler gibi manalara gelmektedir. Tabiûn(Sahabeyi gören ve tabi olanlar)nesliyle birlikte kullanılmaya başlanan bu ifade biçimi, Ehl-i bid’at karşılığı olarak kullanılmış ve bu günlere gelmiştir. Buna göre; bid’at(dine sonradan konulanlar ve uydurulanlar)hatalarına düşmeyen kelam(akaid)âlimleri, Ehl-i Hadis(Ehl-i hadis terimi; hadis ilmine sahip çıkan, hadise önem veren, onu re'ye tercih eden ve müctehid imamlar devrinde Hicâz'da özellikle Medine'de hadis âlimlerini anlatmak için kullanılır.) ve Ehl-i Rey(Sözlük anlamıyla “şahsî görüş, düşünce ve kanaat” mânasına gelen re’y kelimesi fıkıh literatüründe “müctehidin, hakkında açık bir nas bulunmayan fıkhî bir konuda belli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsî görüş” anlamında kullanılır.) ekolüne mensup fakihler, muhaddisler, dil bilimcileri, müfessirler, şer’i ölçülere bağlı mutasavvıflar ve bunlara tabi olan topluluklar ehl-i sünnet olarak tanımlanmışlardır. Ehl-i sünnet; nebiler ve resuller yolu, onları takip eden sahabe ve onlara tabi olan âlimler, müçtehitler, zahitler ve abidlerden müteşekkildir. Hz. Peygamber’in vefatından bir müddet sonra ümmetin kendi arasında yaşadığı bir takım sıkıntılarda, Müslümanları toparlamak, bütünleştirmek ve bir cemaat olarak kenetlemek için uğraşan Abdullah b. Ömer (v.74/693), İbrahim en-Nehaî (v.96/714), eş-Şabî (v.104/722), ve Hasan el-Basrî (v.110/728) gibi âlimler, siyasete mesafeli durmuşlar ve iktidarın İslam’a uygun görmedikleri uygulamalarını eleştirerek tavsiyelerde bulunmuşlar, bununla birlikte iktidara karşı silahlı mücadeleyi de tasvip etmemişler ve diğer meselelerde de makul ve birleştirici bir yaklaşım ve çaba içinde olmuşlardır. Bu isimleri geçen zatlara Ehl-i sünnet’in öncü şahsiyetleri de denilebilir.
Dünya yaşayan Müslümanlarının % 90’ından fazlasını oluşturduğu kabul edilen Ehl-i sünnet v’el Cemaat itikadi ölçülerinin İslamî ilimlerin kuruluş ve gelişmesine yaptığı katkılar da önemlidir. Nitekim tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, siyer ve bunlar ile ilgili usül ilimlerinin temel İslamî ilimler alanındaki kaynak eserler genellikle Sünnî âlimler tarafından kaleme alınmıştır.
Ehl-i sünnet akaidinin(inanç esasları sistematiğinin) oluşmasına tesir eden âlimlerin en önemlilerinin başında Ebû Hanîfe’ (Numan bin Sabit;Hanefi mezhebi imamı)gelmektedir. Ebû Hanîfe yaşadığı dönemde ortaya çıkan ve sonraları birer ekol(mezhep) haline gelen bid’at ehli karşısında çok tartışılan meselelerde Ehl-i sünnet çizgisini açık seçik ve net bir şekilde ortaya koymuş, Allah’ın sıfatlarını, Kaderi ve Şefaati ispat etmiş, Kur’an’ın manası itibariyle mahlûk olmadığını(sonradan yaratılma olmadığını) söylemiş, kulların fiillerini Allah’ın yarattığını savunmuş, büyük günah işleyenin durumunun ise günah işleyenin mü’min olduğuna hükmederek dünya hayatındaki yaşantısının karşılığında ahirette göreceği muameleyi ilâhî iradeye havale etmiş ve böylece Ehl-i sünnet v’el Cemaat akidesinin en önemli meselelerine ışık tutmuş ve kıyamete kadar gelecek olan Müslümanların inanç ölçülerini sistematik hale getirmiştir. Ebû Hanîfe’den sonra İmam Mâlik, bid’at fırkalarının akaide dair faaliyetlerine paralel olarak sünneti ön plana çıkarıp Ta’til(Muattıla; Allah’ın zâtını sıfatlarından tecrit edenlere verilen isim), Teşbîh(Müşebbihe; Allah’ı yaratıklara veya yaratıkları Allah’a benzetme sonucunu doğuran inançları benimsemiş gruplara verilen ad). ve Tecsîm(Mücessime; Allah’ı cisim olarak düşünenleri veya O’na cismanî özellikler nisbet edenleri ifade eden bir terim). görüşlerini reddetmiştir. İlerleyen zaman içerisinde Ehl-i sünnet,Ehl-i bid’at(Asr-ı saâdet’ten sonra ortaya çıkmış, aklı esas alıp nasları te'vil etmek suretiyle Hz. Peygamber'den sonra sünnete aykırı şer‘î bir delile dayanmayan bazı inanç ve davranışları benimseyen gruplar)ve Ehl-i Ehva(İnanç ve davranışlarını beşerî görüş ve arzulara göre oluşturanlar)ayrımı hicri ikinci asırda itikadi zümreleşme ve kurumsallaşma olarak netleşmiştir. Ancak sonraki dönemlerde İmam Matüridî ve İmam Eş’arî ile başlayan zamanlarda aynı ilkeler, daha kapsamlı,ayrıntılı,sistematik olarak ele alınmış ve kurumsallaşarak bu günlere kadar gelmiştir.Akli deliller, İstidlaller(bir iddiayı ispat etmek amacıyla delil ortaya koyma)ve gerektiğinde teviller de yapılmıştır.
Ehl-i Sünnet teriminin ilk dönemlerdeki kullanımlarından, bunun belli bir ekol(sistematik bir yapı) anlamından çok, ahlâkî bir anlam taşıdığını anlamaktayız.
Bu terimin en eski rivayetlerinden biri, Müslim’in naklettiği tabiinin büyük hadis alimlerinden İbn Sîrîn’e ait “İsnaddan( İsnad;Rivayet lafızları ile sözü nakledenlerin isimlerini açıklayarak söyleyenine ulaştırmak. İkinci bir anlamı ise isnâd hadisin tariki yani senedini ifade eder. Senet anlamında kullanıldığında ise isimdir.)sormazlardı. Yalan hadis fitneleri ortaya çıkınca ‘(hadisleri işittiğiniz) kişilerin isimlerini zikredin’ denilmeye başlandı. Bu kişiler Ehl-i Sünnetten iseler hadisleri alınır; Ehl-i Bid’atten iseler alınmazdı.” (Müslim, Mukaddime, 13-15.) şeklindeki ifadedir. Bundan da anlaşıldığı üzere Ehl-i Sünnet ifadesi, daha sonraki dönemlerde kullanıldığı gibi, kendine has özel bir kimlik kazanmış belli bir grubun ismi olarak değil; Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamber Efendimizin(Aleyhisselam)sünnetine uyan kimselerin oluşturduğu geniş halk kitlesine verilen bir sıfat olarak kullanılmaktaydı.
Ehl-i sünnet kavramı, Hicri üçüncü yüzyıldan itibaren “Vasat ümmet” olma manası gereği orta yolu tutan, toplumsal birlik beraberliği ve bütünlüğü tehdit eden fiilere ve fikirlere karşı kuşatıcı,kapsayıcı,bir arada tutan, bütünleştirici, aklın, vicdanın, gönlün,ruhun ve kalbin reddetmeyeceği,kabul etme noktasında zorlanmayacağı en sağlıklı,doğru ve sahih yolu açan bir vazife üstlenmiştir.
Dolayısı ile onun ifrat ve tefritten,kısaca aşırılıktan uzak, Kur’an ve sünnete uygun olan bir rol üstlenmiş olması, daha çok dışlayıcı ve uzaklaştırıcı anlamlarla beslenen, ifrat ya da tefrite(aşırılığa) kayan fırka ve anlayışlarla aynı kategoriye sokulmamasını gerektirmektedir.
Buradaki en önemli husus; birçok fırkadan biri de Ehl-i sünnet v’el Cemaat fırkasıdır şeklinde bir tanımlama kesinlikle ve kesinlikle doğru değildir. Bundan dolayıdır ki İslam dünyasını ve ümmeti bölüklere ayıran ve parçalayan fırkalar gibi bir fırka olarak da kabul edilmez, edilemez. Bir başka açıdan bakıldığında Ehl-i Sünnet v’el Cemaat , Kur’an’ın ve onun getirdiği,Kur’an ve Sünnet merkezli inanç sisteminin en iyi şekilde anlaşılmasına yönelik bir bakış açısı olduğu kadar; aynı zamanda başladığı günden kıyamete kadar sosyo-politik alanda ortaya çıkan ve çıkacak olan olaylara karşı ortaya konulan mükemmel ve eksiksiz bir tavrı (cemâ’a) da ifade etmektedir. Fırka-ı nâciye (kurtuluşa erecek fırka), ise dinde kesin olarak sabit olan şeylere tutunan sahabenin ve Müslüman topluluğunun yolundan gidenlerdir. Geri kalanların hepsi dalâlettedir. Mezkûr hadislerde geçen 73 sayısı, Müslümanların sayısını 73’le sınırlandırmayı değil; fırkaların çokluğunu göstermektedir.
Yazımıza önümüzdeki hafta devam edeceğiz inşaAllah …
Selam ve Dua ile